Yusuf YAVUZ YAZDI: KUMLARIN ALTINDA UYUYAN BAŞKENT

Bir zamanlar kumların altında uyuyan bir başkent olan Patara'dan görüntüler...

Patara antik kentinin 1950'lerdeki görüntüleri, kumların, suların ve makiliklerin koynunda gizlenen zamanın izlerini yansıtıyor.

Türkiye'de önemli arkeolojik çalışmalara imza atan Prof. Dr. 1954 yılında Machteld j. Mellink'in fotoğrafladığı Patara'da bugün açığa çıkarılan antik tiyatronun bir kısmı, hamam ve odeon (bouleuterion) kumlarla örtülü. Anıtsal kent kapısı ise ayakta.

Geri planda görülen kumsalda henüz Kıbrıs akasyası gibi türlerle ağaçlandırma yapılmadığı için kumsal kentin hemen girişinden itibaren görülebiliyor. Bir zamanlar antik kentin limanı olan koy ise bir iç göle dönüşmüş, kısmen de sazlık haline gelmiş ancak bugünkünden daha geniş olduğu gözlenen bir sulak alan söz konusu.

Antik tiyatronun sarmaşıklar, böğürtlenler ve harnup, sakız gibi türlerle çevrelenen duvarlarının hemen karşısında içinde muhtemelen mısır ve çeşitli sebzelerin yetiştirildiği küçük bir bahçe göze çarpıyor. Tiyatronun kuzeyindeki düzlük arazi ise buğday tarlası...

Coğrafyada her zaman son sözü sular söyler. Eşen Çayı da Patara için son sözü söyleyen bir su kaynağı olmuş. Eşen'in Akdağ'dan akıp gelen hırçın suları düze inince hızını yavaşlatmış ve Akdeniz'e ulaştığı yerde iki yanına alüvyonlarını, kumlarını yığarak bir zamanların görkemli liman kentini usulca kumların altına gömmüş.

1990'lardan itibaren yavaş yavaş kumların altından çıkarılan antik kentin anıtsal yapıları, toprağın hafızasındaki gizleri bugüne taşıyor.

Bugün "turizme kazandırma" ve "tanıtım" uğruna yapılan proje ve uygulamalara bakıldığında ise kültür mirasını kumların, makilerin ve böğürtlenlerin mi daha iyi koruduğu yoksa her işlemin bir ihale ve müteahhitlik kalemine indirgendiği girişimlerin mi daha iyi koruduğu sorusu zihnimizi kemirip duruyor.

Önceki gün gündeme gelen, Patara'daki yürüyüş bandında çökme ve kırılmalar yaşandığına dair haberlerin ardından bu soru daha da anlamlı hale geliyor. Bin bir zahmet ve masrafla ortaya çıkarılan geçmişin kültür mirası spot ışıklar olmadan, çevresine yürüyüş bandı döşenmeden, dünün hatırasını bugünün tüketim algısına indirgemeden, eskinin ruhuna saygı duymanın başka bir yolu yok mu?

Doğal ya da kültürel mirasımızı illa ki ışıl ışıl aydınlatmalarla, plastik, metal ve camın gölgesinde bırakmadan görüp yaşamamız, sükunet içinde onu anlamamız çok mu zor. Helikopter pisti olmadan bir antik kente ulaşamaz mıyız?

Yalnızca Patara değil, birçok antik kent ne yazık ki devasa karşılama merkezleri ve ziyaret edilmesi gereken kültür varlıklarından daha büyük tanıtım mekanlarıyla dolduruluyor. Patara belki de birçok yere göre daha iyi durumda bile denilebilir.

Her türlü değerin yenilik tanrısına kurban edildiği bu şaşılası zamanlarda eskinin hatırasını koruyarak yaşatabilmenin bir yolu yok mudur?