YUSUF YAVUZ: YALI’DAKİ ELMA AĞACI

Sular evine doğru yaklaşmıştı. Bahçesindeki iki elma ağacına ilişti gözüm. Beline kadar suya gömülen o iki elma ağacı. Dalları elma dolu, kıpkırmızı meyvelerin üstünden yaz geçmiş, güz gelmiş, öylece dopdolu. Bu yaz bir çocuğun eli uzanmamış, bir kadın içini dökmemiş, bir ihtiyar dibine yaslanıp konuşmamış iki elma ağacı.

Göçüp giden kuşlar da dokunmamış, belli...

***

Yalı, ‘kıyı’ demek. Bugün yalnızca Boğazdaki kıyı yapılarının tanımı gibi akılda kalsa da, geçmişte Anadolu’nun dört bir yanında deniz, göl, ırmak ve dere kıyılarını anlatmak için kullanılan coğrafi bir tanımlamaydı…

Yalı Mahallesi de Yukarı Köprüçay’ın kıyısında, Kasımlar köylülerinin yaşadığı bir yerleşimdi. Güneyden kuzeye doğru uzanan derin bir vadinin tam ortasından kıvrıla kıvrıla akan Köprüçay, her kıvrımda birkaç insana su ve ekmek veriyor, yaşamı besleyerek Akdeniz’e doğru akıp duruyordu…

Bu devran binlerce yıldır böylece sürüp gitti…

Yalı nehir kıyısındaydı ve kirazların al yanaklarına ilk ben burada düşerdi. Dimrit üzümlerinin asmaları ilk buradaki pelitlerde gülümser mor mor. Yaz elmaları ilk kez burada kokusunu yayar, karşı yamaçlara. Çocukların akıllarını ilk burada çelerdi, karadutların deli kokusu…

Domatesler ilk buradan dağıtıma çıkar tüm vadiye, tadımlık, birer ikişer, hastaya- sağa, derde derman niyetine…

Mayıs’ta başlayıp, Kasım’a kadar süren bir üretim ritmi Yalı’nın kımıldayıp duran insanlarına türkü söyler gibi bir yaşamı armağan eder dururdu…

Bu devran yüzlerce yıl böylece sürüp gitti…

Yalı’nın sımsıcak insanları vardı…

Urkuya kadın, Etyemez, Burgaz İsmail, Dişçi ve niceleri…

Nehri atlar selam getirir, nehri atlar selam götürürlerdi, vadinin iki yakasının insanlarına…

Önce davar sesleri sustu birer ikişer…

Nehir çağladı durdu.

Sonra nehir de durdu. Bir sessizlik oldu. Bir çağladı, bir durdu...

2012 yılında Yalının karşısına kocaman bir şantiye kuruldu. Karşı yamaçların taşlarını dev iş makineleriyle kırıp, koca kamyonlara doldurdular ve Yalı’nın karşısındaki dev makinelerde kırıp kırıp toz eylediler…

Baraj yapacaklardı, binlerce yıldır geçtiği her karış toprağa yaşam sunan Köprüçay’ın üstünde…

Güzel akışlı suya zincir vuracaklardı. Çünkü bu topraklarda, hiçbir güzelliğin yanına kar kalmadığı günler yaşanıyordu. Güzel olan her şeye ateş eden zamane haydutları dolaşıyordu, dağları, koyakları, vadileri…

Burgaz İsmail 85 yaşındaydı… 52 yaşındaki kızı Kezban ile birlikte Yalı’da yaşıyordu. Bahçelerinde ekip dikiyor, kimseye muhtaç olmadan toprağın verdikleriyle, nehrin verdikleriyle huzurlu bir hayat sürüyorlardı. Evlerinin tam karşısına, nehrin kıyısına kurulan o dev şantiye gidere hayatlarını karartmaya, yemyeşil cennetlerini gri bir toza bulamaya başladı.

Seslendiler bir iki, duyan olmadı…

Çaresiz boyun büküp beklemeye başladılar, ölümün yolunu…

O günlerde duyurmaya çalıştık bu iki insanın cehenneme dönen cennetlerindeki yaşamı:

Derken hukuksuzluklara haksızlıklar, haksızlıklara onursuzluklar, onursuzluklara ahlaksızlıklar eklendi; biriktikçe birikti vadideki insanlık ayıbı.

Toz, hepsini örtüyordu…

Dev kamyonlar, iş makineleri ve çelik paletlerin sesleri kapladı vadiyi. Yüzlerce ton dinamitin sesi susturdu, ala kargaların, sincapların şakacı seslerini. Dimrit üzümleri, al yanaklı kirazlar, mis kokulu yaz elmaları, bahçeler, boğum boğum domatesler gri toz bulutlarıyla kaplandı.

Nehir betonla, yürekler çimento tuzuyla kaplandı…

Yalı’nın yemyeşil ışığı söndü, İsmail amca öldü!

Kızı Kezban dayanamadı bu yıkıma daha fazla, kalabalıkların içine gitti, yüreği o küçük taş evinde ve cennet bahçesinde kalarak. “Hayatımız çok iyiydi, şimdi çok kötü oldu” diyebilmişti, yaşamlarını toza bulayan bu büyük yıkım karşısında.

Köprüçay’a kelepçe vuruldu. Baraj kuruldu, devlet izin verdi, sular tutuldu. Şişmeye başladı ağır ağır. Ne varsa yutmaya. Evler, bahçeler, harman yerleri, yollar, ağaçlar, taşlar. Ne varsa silmeye başladı sudan yapılmış o sessiz silgiyle. Binlerce yıldır yaşam taşıdığı vadiye bu kez ölümü taşıyordu Köprüçay.

Adına tanrılar yakıştırılan nehir, insan eliyle birden cellada dönüştürülmüştü…

Sular yavaş yavaş yuttukça Yalı’da ölüm sessizliği kapladı her yanı…

Bir sabah içim ağlayarak vardım kıyısına. Onlarca kez çocuklar gibi koşturarak geçtiğim Kunduz büvetini dönünce göründü Yalı. Karşımda ağaç ölüleri, dallarına asılı kalmış hayatlar yavaşça, küçük, sessiz bir hışırtıyla zamanın hafızasından siliniyorlar…

Burgaz’ın evi göründü. Daha dün bahçesindeki çitlerin kenarında bir eski zaman masalından fırlamış gibi bakan yorgun ve kederli yüzü geldi gözlerimin önüne. Bir de gözlerinde takılıp kalan o kocaman sorular…

Sular evine doğru yaklaşmıştı. Bahçesindeki iki elma ağacına ilişti gözüm. Beline kadar suya gömülen o iki elma ağacı. Dalları elma dolu, kıpkırmızı meyvelerin üstünden yaz geçmiş, güz gelmiş, öylece dopdolu. Bu yaz bir çocuğun eli uzanmamış, bir kadın içini dökmemiş, bir ihtiyar dibine yaslanıp konuşmamış iki elma ağacı.

Göçüp giden kuşlar da dokunmamış, belli.

Bugün beli, yarın gövdesi suya gömülü…

Yalı’daki elma ağacı. Ağacı yaşam kılan insanın başının tacı…

Taç düştükçe yürekte kalan sonsuz bir acı…