YUSUF YAVUZ YAZDI: SUDAKİ YÜZ
“Sonra Akdağ’ın eteklerinden, bir gözeden, gecenin serinliğinde uzanan bir çam gölgesiyle yıldızları selamladı yüzün. Sonra aktın, aktın... Ta ki Eşen Irmağının deli sularına karışıncaya kadar… O zamansız günde, güneşin altında, Eşen Irmağının kıyısında bulduğum ay çarpmış yüz, senin yüzündü…”
***
Nereden estiğini bilemediğin bir eski zaman rüzgârı savuruyorken benliğini, cevabını bilemediğin sorular soracaksın kendine. Önce duymayacak, kulaklarını kentin karmaşasına vereceksin. Aklın, kentin sokaklarında akıp giden karmaşayı kaydedecek, bir süre daha. Sen, gözlerini boşluğa bırakıp izleyeceksin. O eski zaman rüzgârlarının içinden eğrilip gelen sesi duyana dek; “ Dur, dur bir kez düşün!”
Belki de, ‘aklımın bir oyunudur bu’ diyeceksin. Bir elinde çocukluğun, bir elinde hayatın telvesi, yaşanılanlardan arta kalanların bulanık tortusuyla, ellerinin arasındaki yüzünle düşüneceksin.
Hani her yaz memleket ziyaretlerinde, daha on dört yaşındayken fesleğen kokulu yazmaları ve çiçekli basmalarıyla, akraba kadınlarının seni elinden tutup götürdükleri salkım söğütlerin gölgesini göreceksin...
Uzak kentlerdeki masalsı sevdalarını anlatan ablanın karamel buğulu sesi, kulaklarındaki uğultuyu silecek. Ki, kovalandıkça kaçan bir çocuk gibi anılarının peşine düşeceksin.
Hatırlayacaksın; bir temmuz ikindisinde, Akdağ’ın yamaçları turuncuya kesmişken, o dağ patikalarına bıraktığın ayak izlerini. O, zerdali yanaklı Temmuz gecelerinde, üstünü asmaların çevrelediği çardaklarda alnından dökülen inci tanelerini. Cırcır böceklerinin nihavent ezgileriyle sana eşlik ettiği buğulu öğle vakitlerinde yüzünde tomurcuklar patlayan sebepsiz utanmaları.
Uzun akşam oturmalarını, tatil sohbetlerinin arsız şakalarını ve komşu çocuklarının seni şaşırtan ifadeleriyle yabanıl bakışlarını. Ve büyükannenin ceviz sandığından usulca dışarıya sızan eski zaman aşklarının buluttan tüllerle örtülü masumiyetini.
Benliğinde ilk kez duyumsadığında bu masumiyeti, için bir tuhaf olmuştu. O gün, yaşlı akraba kadınlarının kenarlarına, askerdeki oğul ve gelin kızlarının, yahut uzak şehirlerdeki canlarının siyah beyaz fotoğraflarını iliştirdiği tahta çerçeveli aynalardan birine bakarken görmüştün kendini...
Bu yüzündeki ilk masumiyet, ilk utanmaydı senin. Daha önceleri mahalle çocuklarının arsız konuşmalarına ya da büyüklerin birbirine söylediği tuhaf sözlere de yüzün kızarmıştı. Ama bu kendi yüzünle ilk tanışmandı.
İşte o gün tutuşturmuştun aceleyle, avuçların terleyerek saçlarına o yaldızlı tokayı. İşte o gün düşürmüştün suya, yaldızları saçlarına yapışan mavi tokayı. Saçlarındaki keskin nane kokusu ve Temmuz sersemliğiyle, düştüğü suyu zümrüt yeşiline kesti. Ne garip değil mi? İçinde tuhaf bir rahatlık, bakakaldın ardından. Sen zamanın ve coğrafyanın eriyiğine karışırken, mavi toka; uzak denizlere doğru küçük bir ırmaktan süzülerek akıp giden bir potkaldı.
Bir rüzgâr esti o sabah, Akdağ’ın eteklerine doğru. Bir fırtınaya döndü sonra. Güneşin önünü kapadı bulutlar gri, mor, turuncu renkleriyle. Sonra, göğün bağrına sokulan bir hançerin yarasından boşaldı sular. Patikalardaki ayak izlerin, ellerinle dokunduğun yaz elmaları, saçlarındaki keskin nane, taze süt kokusu; suya düşürdüğün mavi toka...
Hepsi, hepsi birden, bir yüze evrildi. Ve zamanın yüzü, yağmurla öpüşen toprakların üstünden kayarak, o Temmuzun alaca akşamında aktı, aktı... Bilge bir kocakarı edasıyla bin yıllardır bu dağları bekleyen koca kireçtaşının kovuklarına...
Geceye, karanlığa kesmişken dağlar, ay göründü; Kızlarsivrisi’nin üstünden.
Artık ay yüzünün şahidiydi...
Kocaman dehlizlere doğru kayarak ilerledi. Ardıçların altından, derin çatlaklardan geçip, yer altı sularına karıştı. Sonra Akdağ’ın eteklerinden, bir gözeden, gecenin serinliğinde uzanan bir çam gölgesiyle yıldızları selamladı yüzün.
Sonra aktın, aktın...
Ta ki Eşen Irmağının deli sularına karışıncaya kadar…
Güneş, yalınayak çobanların keçilerini kemik taraklarla tımarladığı, Antik Romalı prenseslerin sularında güzellik ve şifa niyetine yıkandığı, Asya’dan yürük atlar ve yağlı peynir kokularıyla yola çıkanların obasını kurduğu bu dağları, kanyonları selamlarken, Eşen Tanrıçası Leto, sudaki yüzüne hayıt çiçekleri serpip, suretini selamlıyordu. Masumiyetinin mora çalması bundandır.
Ve o gün, aceleci ve zamansız, Eşen Irmağının güneşle parıldayan sularının kenarında, bir çocuk gördü yüzünü...
Leto’nun fısıltısı kulağında; ‘Bu yalnız bir yüz değil, bin yıllık coğrafya bileşkesi’, saçlarının keskin nane, yarpuz kokması bundandır...
Tanıdı yüzünü çocuk, saçlarındaki yaldızlar ve yüzündeki ay çarpmasından.
O zamansız günde, güneşin altında, Eşen Irmağının kıyısında bulduğum ay çarpmış yüz, senin yüzündü.
O çocuk bendim...